Evrensel Asker
SINÉAD O’CONNOR çalkantılarla dolu gençlik yıllarını kahramanına yakışır bir savaşımla geride bıraktıktan sonra, hala bir ruh şarkıcısı olarak yol almaya devam ediyor...
DENIZ CEBE

Kendisine sorduğunuzda, Sinéad O’Connor en büyük kahramanının Jeanne d’Arc olduğunu söyleyecektir. Geriye dönüp medya ışıkları altıdaki son on üç yılına baktığımızda aslında O’Connor’ın 90’lı yılların Jeanne d’Arc’ı olduğu fikri bir benzetmeden çok neredeyse bir gerçek gibi. Tıpkı Jeanne gibi Sinéad de gücünü doğruya duyduğu inançtan ve kendine güven duygusundan aldı. Sahip olduğu tüm platformları kullandı sesini duyurmak ve inandığı şeyleri hayata geçirmek için. Müziği aynı zamanda hem bireysel bildiriler, hem de son derece politik açıklamalardı. Kendini herhangi bir sınırlama altına sokmayı ve kurallara uymayı reddetti. Çalkantılarla dolu gençlik yıllarını kahramanına yakışır bir savaşımla geride bıraktıktan sonra, hala bir ruh şarkıcısı olarak yol almaya devam ediyor...

O’Connor müziğiyle kendi deneyimlerinin günlüğünü tutarken, bir yandan da çevresinde olup biten olayları sorguladı hep. Ruanda ya da İsrail’de olup bitenler veya Amerika’da siyahlara karşı yapılan ırkçılık, İngiltere – İrlanda sorunu kadar ilgilendiriyordu onu. Sanatı çok bireysel, sloganlardan uzak; söyledikleri ve bulunduğu eylemler ise bir o kadar evrensel ve tüm insanlığı ilgilendiren türdendi.

Şimdi geriye dönüp baktığımızda O’Connor’ın o dönemde gerçekten de bir ilke imza attığını ve pek çok diğer kadın şarkıcıya bu sayede yol açtığını daha net bir şekilde görebiliyoruz. O’Connor müzik meydanına çıkana dek ya sessiz sedasız kadın ozanlara ya da cinselliğini ön plana çıkararak oyunu kurallarına göre oynayan pop şarkıcılarına alışık olan insanlar, onun kazınmış kafası, özensiz kıyafetleri ve duru güzelliğiyle keskin politik tavrını ve dahası fırsat bulduğu her yerde konuşarak tartışma yaratmasını bir türlü bağdaştıramadılar. Ama sonuçta, O’Connor hem kendisi için hem de kendinden sonra gelecek takipçileri için yepyeni bir yol açtı ve kadın şarkıcılardan beklenen rolü alaşağı ederek 90’ların müzikteki en devrimci tavırlarından birini ortaya koydu.

1966 yılında bir Dublin banliyösünde doğan O’Connor, henüz yedi yaşındayken anne ve babasının ayrılmasına tanıklık etti. Hap bağımlısı ve ruhsal dengesi bozuk bir kadın olan annesiyle birlikte geçirdiği yıllar, ilerki hayatında onu derinden etkileyecek yaraların açılmasına neden oldu. Kendi deyimiyle “ruhsal, fiziksel ve cinsel” tacizine uğradığı annesinin elinden babasının velayeti kazanmasıyla kurtuldu, ama hırpalanmış çocukluğu ‘normal’ bir çocuk olmasına engel oldu hep. On iki yaşında dükkan soyarken yakalandı, ıslah evine yollandı. Oradan kaçıp Dublin’e gitti, sesi sayesinde barlarda şarkı söyleyerek hayatta kalmayı başardı. On yedisinde İngiltere’den gelen plak şirketi patronlarını fazlasıyla memnun edince, ilk plak kontratı önüne kondu.

O’Connor ilk albümü The Lion And The Cobra’nın çalışmalarına on sekiz yaşında Dublin’i terk edip Londra’ya taşındıktan sonra başladı. Plak şirketinin önerdiği ve tüm albümü baştan aşağı kemanlar ve geleneksel İrlanda enstrümanları ile donatmak isteyen prodüktörle kavga edip yollarını ayırdıktan sonra elinde on altı yaşından beri yazdığı 8-10 parça ve yarım yamalak müzik bilgisiyle stüdyoda tek başına kalakaldı. Büyük albümlerin hep en azla ve en zorlu şartlarda yapıldığı söylenir, belki de The Lion And The Cobra’yı zamanının en çığır açıcı eserleri arasına sokacak olan da buydu. O’Connor kendini deyimiyle “aslında çok da basit” bulduğu prodüksiyon işinin başına geçti ve müzisyen arkadaşlarıyla birlikte albümü kaydetmeye başladı. O sırada davulcusu John Reynolds’dan hamile kalan O’Connor, zar zor albümü tamamladı ve henüz ilk albümünü 1987’de piyasaya çıkarmadan oğlu Jake’i dünyaya getirdi.

İlk 45’lik olarak seçilen Troy isimli altı dakikalık ağıt, piyasa çıkar çıkmaz alternatif müziğin gündemine oturdu ve insanlar sesi bir an içinde fısıltıdan çığlığa dönüşebilen bu kel kafalı İrlandalı kızı konuşmaya başladı. İlhamını ünlü İrlandalı şair WB Yeats’in bir şiirinden alan şarkı ayrılık, korku, ihanet ve intikam temalarının sadece bir vokal ve yaylılar grubuyla işlenmesiydi ve O’Connor bu sade prodüksiyonuyla yıllar sonra bile tazeliğini koruyan zaman dışı bir sound yakalamayı başarmıştı. Troy’un arkasından gelen Mandinka ise güçlü gitarları ve gürültülü davullarıyla sıkı bir rocker olarak Top 20’lik bir dans parçası haline geldi ve albümün adını Atlantik’in iki yakasında da duyurmayı başardı. Gücünü İrlanda köklerinden alan, politik ve kişisel bildirileri güçlü bir rock soundu ve yaylılarla harmanlayan The Lion And The Cobra O’Connor’ı bir süper yıldız yapmasa da, aldığı olumlu eleştiriler ve edindiği fanatik hayran kitlesi, albümün bir kült haline gelmesine ve dünya çapında 2 milyon satmasına yetti.

İlk albümünün yarattığı heyecanın ardından serin kanlı bir şekilde ikinci çalışmasına yönelen O’Connor, son anda menajerinin tavsiyesiyle pek de bilinmeyen tozlu bir Prince şarkısı olan Nothing Compares 2 U’yu da albüme katmaya karar verdi. 1989 yılının Noel zamanında piyasaya çıkan single, beklenmedik bir şekilde hem Amerika, hem İngiltere hem de dünyanın diğer 16 ülkesinde 1 numaraya oturdu ve hem O’Connor’ın hem de hayranlarının aklını karıştırmaya yetti. Nothing Compares 2 U’nun bu denli başarılı olmasında O’Connor’ın inanılmaz derecede içten vokallerinin yanı sıra daha sonra 90’ların müzik rotasını çizen Nellee Hooper’ın prodüksiyonunu da saymak gerekir. O zamana dek mainstream’e pek ulaşmamış kesik beat’ler ve yine göz kamaştırıcı bir yaylılar orkestrası eşliğine yitik bir sevgiliye söylenen bu şarkı ve müzik videoları tarihinde tam anlamıyla bir devrim yaratan basit ve bir o kadar da etkileyici klibi başta MTV olmak üzere bir çok kanalın favorisi oldu ve daha albüm çıkmadan ortalığı birbirine katmaya yetti. Bundan 10 sene sonra bile hala 'bir kadın tarafından söylenen en güzel şarkı' olarak oylanan ve klibi artık klasikler arasında sayılan bir şarkı Nothing Compares 2 U, ama bazılarına göre de O’Connor’ın müzikal kariyerini mahveden ve onun bir pop star olarak algılanmasına neden olan bir 'kaza.'

Nothing Compares 2 U’nun da içinde bulunduğu ikinci O’Connor albümü I Do Not Want What I Haven’t Got, hem Amerika hem de İngiltere listelerine bir numaradan girdi ve aylarca yerinden kıpırdamadı. Albüm, The Lion And The Cobra’ya göre daha ılıman ve akustik bir havaya sahipti, sözler ise daha olgun ve ruhani özellikteydi. O’Connor’ın vokalleri daha az yırtıcı, ama kendinden daha emin ve anlaşılır bir tonda ilerlerken yaşadığı değişimlerden, düşürdüğü bebeklerden, aşklarından, ayrılıklarından ve kişisel yolculuklarından bahsediyordu. I Am Stretched On Your Grave gibi bir şarkıda mistik İrlanda ezgileriyle hip-hop ritmlerini birleştiren O’Connor, Black Boys On Mopeds’de ise Thatcher İngiltere’sine karşı atakta bulunarak “İngiltere suçsuz siyahları öldüren polislerin evi” bildiriminde bulunuyordu. Pek çok kişi bu haliyle O’Connor’a John Lennon’dan sonraki en kişisel ve en devrimci müzik sıfatını layık gördü, albüm geniş bir şekilde 'yılın albümü' olarak gösterildi ve bir çok başka ödülün yanı sıra üç adet Grammy’ye layık görüldü.

O’Connor’ın pek çok kişi tarafından bir baş belası olarak algılanmasına yol açacak olaylar dizisi de işte böyle başladı. 30 senelik Grammy tarihinde ilk kez bir şarkıcı, bir kadın, ödül törenine gidip ödüllerini almayacağını açıkladı. “Neden şu ana dek bir tek siyah hip-hop grubu ödül almadı?” diye soruyordu O’Connor, “Neden Bob Dylan 20 yaşında gerçekleri söylerken değil de 10 sene sonra piyasa için işler yaparken Grammy aldı?” Müzik dünyasının bu sahte değerlerinden hoşlanmadığını ve bunun içinde yer almak istemediğini belirtti.

Daha sonra kapsamlı bir Amerika turnesine çıkan O’Connor, ikinci büyük skandalını da Körfez Savaşı’nın en yoğun olduğu günlerde yarattı. Zaten açık bir şekilde bu savaşı kötüleyen ve Batı’nın Saddam’dan da kötü olduğunu iddia eden açıklamalarıyla ortalık karışmışken, bir konseri öncesi Amerikan milli marşının çalınmasını engelleyerek tüm ülkede büyük bir olay yarattı ve bazı radyo istasyonları onu boykot etme kararı aldı. Tüm bu milli histeriye karşı soğuk kanlı bir şekilde şu açıklamayı yaptı O’Connor: “İnsanları derilerinin rengi yüzünden yargılayan ve aleni ırkçılık yapan bir ülkenin marşından sonra sahne almam.”

Ona dek hiçbir pop yıldızından ve hele bir kadın şarkıcıdan bu denli sert tavırlar görmemiş medya şaşkına döndü, ve O’Connor’ı nasıl sınıflandıracağına bir türlü karar veremedi. Pek çok insan ona keskin politik tavrı yüzünden sırt çevirirken bir o kadar insan da aynı nedenden onun peşine takıldı. İronik bir şekilde, I Do Not Want What I Haven’t Got O’Connor’ı çok zengin yaptı ve onu müziğin devleri arasına soktu. O ise bunlara pek aldırmadan konserlerine devam etti, sık sık olay yaratan röportajlar verdi, Uluslararası Af Örgütü yararına konserlere çıktı. 1991 yılında ise Kürt mülteciler yararına My Special Child single’ını yayımladı.

1992 yılında ise O’Connor tümü eski jazz/big band şarkılarından oluşan üçüncü albümü Am I Not Your Girl’ü yayımladı. I Do Not Want What I Haven’t Got’ın başarısından ve ona getirdiği ‘star’ pozisyonundan sıkılmış, ve bu pozisyonu perçinleyecek yeni bir albüm yazmaktansa ilgiyi biraz da olsun sesine kaydıracak bir cover albümü yapmayı seçmişti.

Genelde sakin şarkılar ve gösterişli bir orkestrasyonla ilerleyen albümde Don’t Cry For Me Argentina’dan Secret Love’a bir çok bildik şarkı vardı. Eski bir Loretta Lynn şarkısı olan Success Has Made A Failure’ı ilk single olarak seçen O’Connor, single’ın kapağına Guetemala’da polisler tarafından dövülerek öldürülmüş bir çocuğun resmini koyarak şarkıya yeni bir boyut kazandırmış, ve herkese albümündeki aşk şarkılarının sadece bir araç olduğunu hatırlatmıştı.

O’Connor’ı Marilyn Monroe’nun I Want To Be Loved By You’sunu söylerken görmek de belki yeterince bir şoktu, hatta belki Papa’nın kendisi bile bu 50’lar kokan albümü seve seve kahvesini yudumlarken dinleyebilirdi, ama albüm son bulup da ‘hidden track’ olarak sona eklenmiş konuşma başlayınca, en büyük şok kendiliğinden geliyordu. “...O zaman ve şimdi, tek bir yalancı vardı. O da Kutsal Roma İmparatorluğuydu,” diyerek Vatikan’a ilk sinyalini veren O’Connor, Jeanne d’Arc’a yakışacak bir tonla bitiriyordu konuşmasını: “Tanrı barış getirmez, Tanrı kılıç getirir.”

Kuşandığı kılıcını Amerika’nın en çok izlenen şovlarından biri olan Saturday Night Live’da kullandı birkaç ay sonra. Irkçılık ve savaş üzerine yazılmış Bob Marley klasiği War’u okuduktan sonra, Papa II. Jean Paul’ün resmini birkaç saniye kameraya tutup parçalara ayırdı ve bağırdı: “Gerçek düşmanla savaşın!” Gerçek düşman pek oralı olmadı, ama zaten pek de ‘temiz’ bir sicili olmayan O’Connor’ın düşmanlarına yeni düşmanlar eklendi. Albümleri sokak gösterililerinde parçalandı, NBC ve Saturday Night Live onu hayat boyu boykot etme kararı aldı ve hızlı girdiği müzik listelerinden aynı hızla düştü.

Bunun üzerine Amerika’daki 800.000 dolarlık evini Kızıl Haç’a bağışlayarak eve, Dublin’e geri dönen O’Connor, sessizce yeni albümü için şarkılar yazmaya başladı. Dördüncü albüm Universal Mother 1994 yılında çıktı. Gösterişsiz ama müzikalite dolu bir albüm olan Universal Mother, İrlanda ruhuna bulanmış çoğu piyano ağırlıklı baladlar, Tim Simenon destekli iki sıkı dub parçası ve İrlanda üzerine yazılmış bir hip-hop parçasından oluşuyordu. İlk single seçilen Fire On Babylon, O’Connor’ın çocuk tacizi deneyimlerini anlattığı ve ilk albümünden beri en güçlü vokal performansını sergilediği bir parça olarak büyük beğeni topladı. Hatta Simenon’un reggae/dub/techno karışımı prodüksiyonuyla parlayan şarkı, ‘90’ların en iyi on şarkısından biri’ tanımına bile layık görüldü bazı müzik çevrelerince. Universal Mother, O’Connor’ın müzik piyasasında nereye oturduğunu çok daha iyi sergiledi: bu albüm onu tekrar bir best-seller yapmadı, ama son derece kişisel ve alternatif şarkılar yapan bir kadın olarak yeni bir kitleye tanıttı.

Universal Mother’ın ardından bir çok albümde (Willie Nelson, Bomb The Bass, The Pogues, Van Morrison...) konuk sanatçılık görevi icra eden O’Connor, 1997 yılında altı şarkılık Gospel Oak EP’siyle döndü müzik gündemine. Kuzey İrlanda, İsrail ve Ruanda halklarına adadığı bu mini-albüm, O’Connor’a çok olumlu eleştiriler getirdi. Asıl mayasını geleneksel İrlanda köklerinden alan, Afrikalı ritimler ve güçlü bass akorlarıyla bezeli şarkılar, Universal Mother’ın doğal bir uzantısı şeklinde aşk, umut ve özgürlük temalarını işliyordu. “Modern ninniler” olarak tanımladığı şarkıların bir kısmı, 1995’te dünyaya getirdiği kızı Roisin’e yazılmış annelik şarkılarıydı. Nelson Mandela’dan bir sample içeren 4 My Love ve İngiltere ile İrlanda arasındaki ilişkiyi yorumlayan This Is A Rebel Song ise aşkın ve politikanın iç içe geçtiği benzersiz şarkılar olarak yazıldı O’Connor’ın diskografisine.

Gospel Oak’ın ardından verdiği konserlerle ve 1998’de çıkardığı on beş şarkılık So Far... The Best Of Sinéad O’Connor toplamasıyla da kendinden söz ettiren O’Connor, 1999 yılının baharında yine pek çok insanı şaşırtan bir şey yaptı. İrlanda kaynaklı, Roma Katolik Kiliseninden 1965’te ayrılan, Vatikan’ın resmen kabul etmediği ve yenilikçi yaklaşımıyla tanınan Latin Tridentine Kilise’siden ilk ‘kadın rahip’ unvanını alarak ruhani yolculuğuna yeni bir halka daha ekledi. Pek çok insan onun bu yeni pozisyonunu yadırgasa da, o kendisini şöyle ifade etti: “Katolik Kilisesi kadınların ulvi varlıklar olmadığını savunuyor ve kadınları din görevlisi olarak atamayı tartışma konusu bile yapmıyor. Artık Kilise zamana ayak uydurmak zorunda. Benim amacım, kadınlara da dini görevler verilmesine öncülük etmek. Dini hiyerarşi artık bizim anne figürleri olarak insanlığın ihtiyaçlarına yardım etmemizi engelleme hakkına sahip değil.”

Daha sonra büyük çoğunluk tarafından en iyi albümü sayılacak Faith And Courage üzerinde çalışmaya başladı. Sekiz milyon dolarlık bir kontrat imzaladığı yeni plak şirketi Atlantic Records’dan çıkacak ilk albümü için önce Eurythmics grubunun beyni Dave Stewart ile Londra’da stüdyoya giren O’Connor, daha sonra elektronik müziğin en yenilikçi isimlerinden olan ve U2’dan James’e kadar pek çok grubu göklere çıkarmış Brian Eno ile bir şarkı yaptı. İngiltere’de yaptığı kayıtları bir kenarda bırakıp Amerika’ya; Atlanta’ya giden O’Connor, orada da yıllardır büyük hayranı olduğu siyah müziğin en yetkin temsilcilerinden R&B prodüktörü Kevin Briggs ve eski-Fugees Wyclef Jean ile temasa geçti. Ardından yıllardır reggae sahnesinde olağanüstü işler yapmış Adrian Sherwood ile stüdyoya kapanan O’Connor böylece yıllardır gerçekleştirmek istediği, geleneksel İrlanda müziği ile reggae’yi birleştirme hedefine ulaşmış oldu.

Albümden çıkacak ilk single seçilen ve kadın bağımsızlığı üzerine bir marş niteliği taşıyan No Man’s Woman, 2000 yılının Mayıs ayında dünya çapında radyo istasyonlarına dağıtıldı. Kısa bir süre sonra çoğu listede ilk yirmiye girmeyi başaran ve Amerikan radyolarının alternative adult formatında tescilli bir Top 10 hiti unvanını alan şarkı şüphesiz O’Connor için çok başarılı bir geri dönüş oldu. Rastafari’lere selam yolladığı klibiyle de kendinden söz ettiren şarkı, albüm için heyecanlı geri sayımı hızlandırdı ve sonunda Atlantic Records Faith And Courage’ı 13 Haziran’da dünyanın dört bir yanında yayımladı.

Yoğun bir promosyon kampanyası ve inanılmaz bir basın desteği sonucu ilk çıkışını Amerika’da yapan albüm, O’Connor’ı sadece bir baş belası olarak algılayan büyük bir kesime aslında onun ne denli yetenekli bir müzisyen ve ne denli eşsiz bir ses olduğunu bir kez daha kanıtladı. O’Connor bu sefer bilinçli olarak daha kolay anlaşılır şarkılara eğilmiş, yanına aldığı hepsi birbirinden ünlü prodüksiyon takımı sayesinde hem çok ulaşılır hem de aynı zamanda ve eşit derecede derinlikli ve ruhani şarkılara imza atmıştı. Albümü açan ambient merkezli ilahi The Healing Room, geçen yıllara karşı O’Connor’ın ne sesinden ne de şarkı yazarlığından bir şey kaybetmediğinin göstergesiydi. Daddy I’m Fine’da ise Dublin’den çıkıp dünya çapında bir şarkıcı olmasının hikayesini nefis bir reggae kalıbı üzerinde anlatan O’Connor, şizofrenik rock’n’roll nakaratı sayesinde de dinleyenlerini The Lion And The Cobra günlerine götürüyordu. Wyclef Jean’in R&B şarkısı Dancing Lessons ve ikinci single Jealous’un dışında, Natalie Imbruglia’ya yaptıkları Torn şarkısıyla gündeme gelen Anne Preven ve Scott Cutler destekli The State I’m In ve No Man’s Woman da albümün radyo-dostu yanını yansıtıyordu.

Yaratıcısının sözleriyle “birkaç pop parçasıyla sizi içine çekip bambaşka bir yolculuğa yollayan” albüm, vadettiği bu yolculuğa açılan kapıyı -en geç- altıncı şarkıda sunuyor:‘Til I Whisper U Something. Arka planda tüm büyüsüyle akıp giden nefesli İrlanda enstrümanlarının üzerine inşa edilmiş hipnotize edici bir hip-hop ritmi ve klasik rock gitarlarıyla albümün en yüksek noktalarından birini işaret eden bu şarkı, O’Connor’ın karşısındaki kişiye umut ve teselli sağlamayı amaçladığı eşsiz bir kompozisyon. “Eğer hiç iyi zaman geçirmemişsen, geçirdiğinde nasıl anlarsın?” sorusuyla da uzun süre unutulmayacak bir yapıt. Ardından gelen Hold Back The Night ise O’Connor’ın çok hassas olduğu çocuk tacizi ile ilgili bir şarkı. “Işığa doğru yürümek istiyorum” diyor O’Connor, ve bunu başardığını anlıyoruz şarkı son bulunca.

The Lamb’s Book Of Life güçlü bir reggae ritmi üzerine söylenen, Tanrı ve insan ilişkilerini sorgulayan bir parça. What Doesn’t Belong To Me’de ise O’Connor şu sözleri söylüyor Tanrı’nın ağzından “Ben İrlandalıyım, ben İngilizim. Ben Müslümanın, ben Yahudiyim.” Albümün ruhani yanını yansıtan en yüksek nokta ise kapanışta yer alan iki bin yıllık bir ilahi, Kyrié Eléison. O’Connor bu yeni versiyon için Rasta dostlarını davet etmiş kayıtlara, ve sonuçta ortaya inanılmaz güzellikte, reggae tadında bir ilahi çıkmış. “Tüm vampirler geri çekilsin, işte küçük İrlandalı vampir avcısı geliyor” (vampir, Rasta inancına göre tüm baskıcı insanları ve rejimleri temsil eder) derken O’Connor aslında otuz üç yaşında hala gençlik ruhundan bir şey kaybetmediğini kanıtlıyor.

O’Connor yeni albümüyle de evrensel bir asker olmaya devam ediyor. Savaştıkça, arkasında yepyeni ve birbirinden güzel eserler bırakarak...

17 Ağustos, 2000
 

DİSKOGRAFİ
1987 The Lion And The Cobra
1990 I Do Not Want What I Haven't Got
1992 Am I Not Your Girl?
1994 Universal Mother
1997 Gospel Oak EP
1998 So Far... The Best Of Sinéad O'Connor
2000 Faith And Courage
LINKLER
Universal Mother - A Tribute To Sinéad O'Connor
The Sinéad O'Connor Site

 
© 2000 Deniz Cebe